Avrupa Komünist Hareketi Orta Doğru’daki son gelişmeleri değerlendirmek üzere toplandı. 19 Ocak’ta İstanbul’da yapılan toplantı TKP’nin ev sahipliğinde gerçekleşti. Toplantıya Avusturya Emek Partisi, Fransa Devrimci Komünist Partisi, İrlanda İşçi Partisi, İspanya İşçileri Komünist Partisi, İsveç Komünist Partisi, İsviçre Komünist Partisi, Komünist Cephe – İtalya, Yeni Hollanda Komünist Partisi ve Yunanistan Komünist Partisi katıldı.
Toplantıda Filistin, Lübnan ve Suriye’deki son gelişmeler, gerilim ve çatışmaların daha geniş bir alana yayılma ihtimali, Türkiye sermayesinin artmakta olan bölgesel rolü ve bölgesel boyutuyla birlikte çözüm süreci ele alındı.
Katılan partilerin yaptıkları katkılar son gelişmeler karşısında alınan ortak ortak tutumun pekiştirilmesini sağlarken bu paylaşımları TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan’ın açış konuşmasında dile getirdiği bazı sorular ekseninde yürütülen tartışma izledi.
O sorular şöyleydi:
“Sınırların emperyalist operasyonlarla değiştirildiği ya da değiştirilmesinin gündeme alındığı bir dönemde komünist partilerinin bu yaklaşım karşısındaki tavrı ve mücadele yöntemleri ne olmalıdır?
Avrupa’da aynı zamanda bir iç sorun haline gelen ve yakın gelecekte Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda gibi ülkelerde önemli bir toplumsal gerçek haline gelecek olan Müslüman göçmenlerin cihatçı hareketlerin peşinden gitmesinin önüne geçmek için ne tür önlemler alınmalıdır?
Ulusal sorunu ele alırken en başa yazılan ve bu nedenle sınıfsal bir perspektifin zaman zaman önüne geçen Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı ilkesinin yeniden ele alınıp değerlendirme zamanı gelmiş midir?”
Okuyan konuşmasını, bu ve benzeri soruların cesur, ilkeli ve yaratıcı bir biçimde yanıtlanmasına olan ihtiyacın altını çizerek “Bölgemizde ve dünyada gelecek işçi sınıfınındır, gelecek komünistlerindir.” sözleriyle tamamladı.
Komünistlerin son gelişmeler karşısındaki görevlerinin de tartışıldığı toplantının sonuç metni önümüzdeki günlerde kamuoyu ile paylaşılacak.
Kemal Okuyan’ın konuşmasının tamamı:
Değerli yoldaşlar,
Avrupa Komünist Hareketi’nin burada bizimle olan ya da toplantıya çevrimiçi katılan kardeş partilerin temsilcileri, hepinizi yoldaşça selamlıyorum.
Toplantımız ilgili karar Filistin ve Lübnan’daki katliamlar sürerken ve henüz Suriye’de iktidar değişikliği gerçekleşmemişken alınmıştı. Gelişmelerin akışının hızlandığı bir dönemden geçtiğimiz ortada. Biz komünistler açısından mesele bu akış hızına gereken yanıtı üretip üretemeyeceğimiz, olayların bizi bir etkisiz eleman olarak sürüklemesine izin verip vermeyeceğimizdir.
Sizlere Türkiye Komünist Partisi adına bir kez daha hoş geldiniz derken, bölgemizde bir süredir yaşanmakta olan gelişmelerle ilgili kritik bazı noktaları açmak ve partimizin yaklaşımını özetlemek istiyorum. Bu özet aynı zamanda siyasal, teorik ve pratik bazı önermeleri de içerecek.
Her şeyden önce dünyada ve bu bölgedeki gelişmelerin arka planında temelde hangi dinamiklerin olduğunu netleştirmek durumundayız. Bunlardan ilki, Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecini de içine alan bir biçimde, ABD ve müttefiklerinin, NATO gibi araçları da kullanarak Ekim Devrimi ve İkinci Dünya Savaşı’nın doğrudan ya da dolaylı ürünü olan siyasi yapıya karşı başlattığı tarihsel operasyondur. Bu süreç SSCB ve ABD’nin merkezinde durduğu iki karşıt toplumsal sisteme dayalı uluslararası yapının sonunu getirmiş ve emperyalist ülkeler savaşlar, işgaller, abluka ve yaptırımlarla çok uluslu tekellerin ve genel olarak sermayenin hareket serbestliğini kısıtlayan engellerden kurtulmaya çalışmıştır. Ülkelerin parçalanması, Avrupa Birliği’nin ülkelerin karar alma yeteneklerini daraltması, yaygın özelleştirmeler ve işçi sınıfının kazanımlarının budanması, karşı devrimler ve renkli devrimler bu dönemin birbirini tamamlayan özellikleridir. Bu süreç devam etmektedir. Yugoslavya’nın parçalanması, Irak’ın işgali ile Suriye’deki son gelişmeler birbirinden ayrılamaz. Bütün bu süreçte emperyalist ülkelerin müdahalesine karşı farklı direnç odakları belirginlemiştir. İşçi sınıfı ve devrimci güçlerin her bölge ve ülkede farklılaşan etkideki mücadeleleri dışında, Yugoslavya’dan başlayarak, Irak, Suriye ve benzeri ülkelerde burjuvazinin bir kesiminin çıkarlarını yansıtan ve bazen milliyetçi bazen dinci bir ideolojiye yaslanan bir karşı ağırlık ortaya çıkmış ve 20. yüzyılda elde edilen statüko korunmaya çalışılmıştır. Bu direnci zaman zaman kuvvetlenmesinin bir nedeni, sözünü ettiğimiz tarihsel süreçte ABD ile birlikte hareket eden Almanya, İngiltere ve Fransa gibi önde gelen ülkeler arasında zaman zaman artan çelişkiler olmuş, diğer ülkeler bu çelişkileri kullanarak üzerlerindeki baskıyı hafifletmeye çalışmışlardır.
Bugünkü gelişmelerde hesaba katmamız gereken ikinci olgu, emperyalist sistem içi çelişki ve rekabetin yeni bir içerik kazanmasıdır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasını takip eden yıllarda ABD, Japonya ve ardından Almanya’nın ekonomik alandaki rekabet gücünü bir tehdit olarak hissetse de, kendi ittifak sistemini ve hegemonyasını korumayı becermişti. Ancak bir süre sonra bu ittifak sisteminin dışındaki bir unsur olarak Çin’in hızlı yükselişi, uluslararası alanı etkileyen yeni bir dinamik haline geldi. Çin’e ek olarak NATO’nun Doğu Avrupa ve Sovyet Cumhuriyetleri’nin olduğu geniş bir alana dönük yayılmasını karşı hamlelerle durdurmaya çalışan Rusya, pastadan daha fazla pay almak isteyen başka bazı kapitalist ülkeleri de katarak ABD emperyalizminin başını çektiği blok karşısında konumlandı. Ortaya çıkan ve BRICS gibi platformlarla konsolide olmaya çalışan bu yeni eksen bir yandan emperyalist sistem içindeki şiddetli rekabet ve çatışma ortamında konumunu güçlendirmeye çalışırken diğer yandan da 1980’lerin sonundan itibaren kesintisiz devam etmekte olan Yeni Dünya Düzeni saldırısından tedirginlik duyan kimi burjuva iktidarları ya da Küba gibi doğrudan ve ideolojik-sınıfsal saiklerle hedef altında olan ülkeleri yanına çekerek avantaj elde etmeye çalışmaktadır. Bugün dünyada yaşanan gelişmelerin her biri artık emperyalist sistem içindeki bu mücadelenin ya ürünüdür ya da bu mücadelenin etki alanı içindedir. Bununla birlikte, emperyalist sistem içindeki çelişki ve karşı karşıya gelişler, birinci etmen olarak tarif ettiğimiz ve SSCB’nin dağılması döneminden beri kesintisiz bir biçimde süregelen ABD merkezli saldırganlığın sonlanması anlamına gelmemiş, ona yeni bir içerik katmıştır.
Saydığımız iki dinamik şiddetinde olmamakla birlikte bugün dünyada yaşanan gelişmeleri etkileyen bir üçüncü olgudan daha söz etmek zorundayız. Tek tek ülkelerde farklı sermaye grupları arasındaki çıkar çatışmaları, kapitalizmin doğasından kaynaklanır. Emperyalist aşamayla birlikte sermaye hareketlerinin hızlanması, şirketlerin sürekli yer değiştirmesi, ortaklık yapılarının bozulup yeniden şekillenmesi yüzünden şirketlerin ulusal kimliklerinin aşındığı bir ortamda bu çıkar çatışmalarına birden fazla devletin müdahil olmasını da doğal karşılamak gerekir. Yine de tarihin hiçbir kesitinde başat emperyalist ülkelerin sermaye sınıfı içinde bu ölçüde bir gerilim yaşanmamıştı. Özellikle ABD’de sürmekte olan gerilimin seyri hem ülke içinde hem de dünyanın geri kalanında ciddi etkilerde bulunacaktır. Bunun da uluslararası gelişmeleri ele alırken hesaba katmamız gereken bir dinamik olduğunu kabul etmeliyiz.
Orta Doğu’daki gelişmeler bütün bu dinamikler hesaba katılarak değerlendirilmelidir.
Filistin’de bir yılı aşkın bir süredir yeni ve benzersiz boyut kazanan İsrail saldırganlığı, emperyalist ülkelerin SSCB’nin varolduğu dünyanın bakiyesi olan her şeyden kurtulma arayışının bir uzantısı olarak değerlendirilmesi gerekir. Partimiz Gazze’de yaşananların sınıfsal karakterine vurgu yaparak, konuyu din ya da ulusal bir zeminde değerlendirmenin yol açacağı hatalara işaret etmişti. İsrail’in uluslararası alanda elde ettiği dokunulmazlığın kaynağında bu devletin paranın gücünü arkasına alması ve Yahudi sermayesinin Filistin sermayesinden çok ama çok güçlü olması, Filistin burjuvazisinin ise Gazze’deki yoksul halkla bir ilişkisinin kalmamasıdır. Kimi ülkelerin göstermelik bazı protestoları ya da başka hesaplarla direnişe destek olmaya çalışan İran’ın tutumu bir yana, Gazze emperyalist sistem içi rekabet ve çatışma alanı haline gelmemiş ve Filistin halkı yalnız kalmıştır.
Filistin halkına dayatılmakta olan sözde çözüme de kayda değer bir karşı çıkış gelmeyecektir. İsrail saldırganlığının sürmesi, hatta Batı Şeria’ya odaklanması, Suriye’deki işgal bölgesinin genişlemesi, Lübnan’a dönük hava saldırılarının yanı sıra olası bir hükümet değişikliği ile imaj tazeleyecek bir İsrail’in bölge ülkeleriyle, hatta Türkiye ile ilişkilerini yenilemesi şaşırtıcı olmayacaktır. Nitekim Gazze’deki katliam birçok Arap ülkesinin ve de Türkiye’nin İsrail ile örtülü ya da dolaylı ilişkilerinin önünde engel oluşturmamıştır. Türkiye’nin yakın müttefiki Azerbaycan’ın enerji ve silah sanayi başta olmak üzere İsrail ile derin ilişkileri bu anlamda mutlaka not edilmelidir.
Hamas’ın yoksul Gazzelilere daha yakın ve daha direngen liderliğinin yok edilmesi ve örgütün bir kez daha Türkiye-Katar ikilisinin denetimine geçmesi ile birlikte Filistin direnişinde de daha uzlaşmacı bir çizgi gözlemlenecektir. Bu tabloda Filistin’de ilerici, devrimci, komünist güçlerin yeniden ağırlık kazanmasının tek yolu, sınıf gerçeğini her gün acımasız bir biçimde yaşayan Filistinli yoksulların, bağımsız Filistin Devleti için mücadeleyi ulusal ve dinsel bir zeminden sınıfsal bir zemine çekmek için stratejik bir yenilenmeye gitmeleridir. Bu aslında, Suriye’de yaşananlardan bütün bölge için ertelenemez bir görev olarak belirginleşmektedir.
Bu bağlamda Suriye’deki son gelişmeler büyük önem taşımaktadır. Suriye’de Baas iktidarının devrilmesine yol açan süreç bir yandan Sovyetlerin dağılmasıyla başlayan karşı-devrimci dönemle diğer yandan da emperyalist sistem içindeki çelişkilerle ilişkilidir. Bundan 14 yıl kadar önce Suriye’ye karşı başlatılan operasyonun arkasındakilerle son ve “başarılı” operasyonun düzenleyicilerinin neredeyse aynı olması şaşırtıcı değildir. ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye diğer bazı aktörlerle birlikte istedikleri sonuca yıllar sonra ulaşmış durumdalar.
Şimdiki hedefin İran olduğunu birçok kişi vurguluyor. Ancak Türkiye’de iktidarı temsil eden ya da ona yakın bazı isimlerin açıktan bunu dillendirmesi özellikle önemsenmelidir. İsrail ile çok yakın ilişkisi olan Azerbaycan’ın İran’la gerilimi tırmandırması da bu bağlamda değerlendirilmelidir. İran’ın Azeri ve Kürt nüfusu, bu ülkeye dönük bir operasyon açısından hassas noktalar olarak görülmelidir. Kuşkusuz İran’ın asıl sorunu, halk düşmanı bir iktidarın yıllar boyunca ülkeyi karanlığa ve yoksulluğu mahkum etmesi, tıpkı Suriye’de olduğu gibi geniş halk kesimlerinin ülkeyi bir emperyalist saldırganlık karşısında savunma istek ve iradesinin zayıflamış olmasıdır.
Bütün bu gelişmeler, Türkiye burjuvazisinin bir kesiminin AKP’nin İslamcı karakterinden yararlanarak Yeni-Osmanlıcı bir perspektifle bölgesel ağırlığını artırma çabasıyla bağlantılıdır. Bu bağlamda Türkiye’de sermaye çevrelerinde, iki farklı yorumun yapıldığı dikkat çekmektedir. Bunlardan ilki Türkiye’nin önlenemez yükselişine işaret etmekte ve gelişmeleri bir bayram havasıyla kutlamaktadır. Öte yandan Türkiye’nin tuzağa düşürüldüğünü ileri sürüp, İran’dan sonra sıranın Türkiye’ye geleceğini söyleyenler de vardır.
Her iki sonuç birbirini tamamlamaktadır. Türkiye kapitalizminin bir emperyalistleşme eğilimi içinde olduğunu, ekonomisindeki kırılganlıklara karşın ciddi bir sanayi altyapısına sahip olduğunu, Türk tekellerinin Asya, Avrupa, Afrika ve hatta Latin Amerika’da ciddi ölçülerde varlık gösterdiğini ayrıca Türk ordusunun birçok ülkedeki varlığının ve silah sanayisindeki gelişmelerin bu eğilimi güçlendirdiğini biliyoruz. Buradan bir geri dönüş olmamakla birlikte, Türkiye’nin bir Sünni-İslam ekseni oluşturarak, söz de bir Kürt barışı ile birlikte bu bölgede başat ülke haline gelmesinin çok zor olduğu da ortadadır. Bu bölge keskin bir çatışma alanıdır ve Türkiye’nin burada güçlü bir aktör olmasını hiçbir bölgesel ya da küresel güç kabul etmeyecektir. TKP bu nedenle “genişlemeye çalışan Türkiye küçülür, hatta yok olur” uyarısını yapmaktadır. Bu TKP’nin yayılmacı politikalara karşı siyasi ve ahlaki pozisyonuna ek olarak gerçekçi bir değerlendirmesi olarak görülmelidir.
Aşağıdaki başlıkların AKH partileri tarafından ayrıntısıyla tartışılması gerektiği düşüncesindeyiz:
Sınırların emperyalist operasyonlarla değiştirildiği ya da değiştirilmesinin gündeme alındığı bir dönemde komünist partilerinin bu yaklaşım karşısındaki tavrı ve mücadele yöntemleri ne olmalıdır?
Avrupa’da aynı zamanda bir iç sorun haline gelen ve yakın gelecekte Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda gibi ülkelerde önemli bir toplumsal gerçek haline gelecek olan Müslüman göçmenlerin cihatçı hareketlerin peşinden gitmesinin önüne geçmek için ne tür önlemler alınmalıdır?
Ulusal sorunu ele alırken en başa yazılan ve bu nedenle sınıfsal bir perspektifin zaman zaman önüne geçen Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı ilkesinin yeniden ele alınıp değerlendirme zamanı gelmiş midir?
Bu ve benzer soruların cesur, ilkeli ve yaratıcı bir biçimde yanıtlanması için partilerimizin üzerine düşeni yapacağından eminiz. TKP de bu kolektif çabaların parçası olacaktır.
Bölgemizde ve dünyada gelecek işçi sınıfınındır, gelecek komünistlerindir.